Turgut TOYGAR
Nesneler mi bizim etrafımızda gezinir, biz mi nesnelerin içinde deviniriz?
“Hiç!..”
Arada bir iki cümle fısıldarız. Algının kavrayışına bağlı olarak kurgulanır o cümleler. Çoğu zaman gündelik ihtiyaçlardan oluşan bu tek tip cümleler kendimize yöneldiğimizde farklılaşmaya ve biçim değiştirmeye başlar. Peki neden kendimizi sorgulama ihtiyacı duyarız? Kendimize yönelttiğimiz her soru uçuşmaya başlar ve anlamsızlaşır. Sorular sorulmaktan akıl yürütmeye ve hatta kafa tutmaya dönüşür ve didişme başlar bütün halleriyle. Nesneler yer değiştirmeye başlar ama buradaki nesneler sözel nesnelerdir. İçten dışa, dıştan içe oluşan kargaşa kendi düzenini yaratır hemen akabinde. Herhangi bir insanla yaptığımız her konuşma (içeriği ne olursa olsun) kendi edimlerimizden doğmaz mı? İç konuşmalarımız değil midir biraz da? Yani bir nevi sesli düşünme hali değil midir? Peki ya muhattabımızı kaybedersek? Ya bize yankılayan o vadi yoksa? İçimize mi döneriz? Ya da neden soru sorarız? Neden kendimize ve kendi sorularımızın sağlamasını başkalarında yaparız?
Yazılmaya başlandığı ilk andan, yayınlanma aşamasına kadar tanıklık ettiğim, bu yazıya başlığını veren Aristo’nun Rüyası uzun zamandır duruyor başucumda. Bu yazıyı kaleme almama neden olan, o kışkırtıcı kelimeye döneceğim yeniden.
“Hiç!..”
“Ne fark eder ki?”
“Hiç!..”
İşte en masum, en gizemli ve en tehlikeli kelime bu belki de. “Hiç!..”
Kuşkuyla yaklaştığımız ve içini doldurmaya ve anlamsızlaştırmaya çalıştığımız o üç harflik kelimede buluyor karşılığını bütün sorular ve cevaplar. Kuyuya attığımız taşın yankısıdır oysa taşın kuyuya düştüğünün kanıtı ve kitabın en önemli ve gizemli izleği o üç harflik kelimedir, hiç.
Kuyu ve taş. Aristo ve çöp tenekesi. Ya da tam tersi. Hangi durumda olursa olsun sorularımızı belirleyen cevapları, ya da cevapların oluşmasını sağlayan soruları kışkırtıyor bu iki izlek.
“Gerçek önyargıdan ibarettir” diyerek “Dur ve düşün!” diyor Aysu Altunay. “Dur ve düşün. Söyleyeceğin her söz yeni bir soru yaratacak.” Bunu satır aralarından fısıldayarak yapıyor.
Baştan savmacı bir teslimiyetin esrimesiyle devinen Aristo’nun algısını yerle bir eden çöpteki seste açmaza düşer zaman zaman. Ama onun bildiği bir şey vardır. İkisinin de bildiği şeydir bu aslında:
“Hiçbir ses yankısından uzağa gidemez”
“Hiç” yine o gizemli, içinde her şeyi barından ama kendisinden uzağa gidemeyen ses. Tersten de düzden de uzam zamanı içinde barındırmayan o muamma.
Sürekli sorulara maruz kalmak, söylenebilecek onca şeye rağmen susmak hakkı için kullanılabilecek o mucizevi söz.
“Hiç”
Sözün uzağı anlamını bulduğu yerdir oysa. Modern insanın o ölçülemez hırçınlığının, o kural tanımaz hoyratlığının, o pervasız aç gözlülüğünün arkaik kazısını iç benliğinde yapıyor Aysu Altunay.
“Gün ışığı…”yla başlayan kitap “Çok fazla ışık…” kelimeleriyle son buluyor. Hiçlik; ışık. Hiçlik; karanlık. Bu hiçsel uzam, bizim anladığımız anlamda bir uzam zaman gerçekliğinin dışına sürüklüyor bizi tam o anda.
Peki neden?
Onca, karşılığını bulamayan, aslında cevabını içinde barındıran ama kendimize sorduğumuzda bizi mutsuz edecek o soruları neden sorarız?
İşte bu sorunun cevapları Aysu Altunay’ın satır aralarında gizli ve onları bulmak size kalıyor ey sevgili okur. Çünkü hepimiz biraz da Aristo’yuz.
Hamiş:
Çok fazla aydınlık ile çok fazla karanlık arasında “hiç”bir fark yoktur. İkisi de eşit derecede körlük yaratır. Bazen alacakaranlıkta gezinmek iyidir ki Aristo’nun Rüyası bizi tam olarak oraya davet ediyor.
Sonsöz:
“Gerçekten duymak isteyenler duyar” çöpteki ses ve içimizdeki boşluğu yaratanın da, dolduracak olanın da biz olduğumuzu hatırlatır.